Kaktüs krallığı
Gün batımının
kızıllığında güneye doğru uzanıyor ve alabildiğince ihtişamla, gece yarısını
bekliyordu. Etrafında irili
ufaklı, dikenli dikensiz o harika varlıklar. Göğe baksa muhteşem renk etrafına
baksa o kızıllıktan nasibini almış
doğa. Çiçekler, uçan kuşlar selam veren yabancılar. Gülümseyen bir
cografya. El sallayan bulutlar... Koştu, yüreği ağzına çıkarcasına hızlıca ve
özgür. Kanatlarının olmasına gerek yoktu. Şuan tam da hayal ettiği manzarayı
sonunda yakalamıştı. Sonunda özgürdü. Tıpkı kuşlar gibi tıpkı çöller gibi.
Tıpkı gökyüzü gibi. Tutsak hissetmiyordu artık kendini betonlara. Mecbur
değildi nefes alamayacağı yere tekrar dönmeye. Tek avuntusu hep bu manzara
olmuştu. Doğaya hep aşıktı. Ona karışacağı zamanı hep iple çekmişti. Sonunda
doğa tarafından kucaklanmıştı. O
günbatımının akşamüzeri’ne dönüş renginde kaybolmak sarhoş olmak istedi.
İçinden sayısız fotoğraf çekmek geldi, ama durdu, bu an ilk kavuşma anıydı.
Hiçbir şey düşünmemesi sadece bu anın tadını çıkarması gerekti. Beyninde Ronnie
Milsap’ın şarkıları dönüyordu.
Kalbinde eşsiz insanlar, gözlerinde muhteşem güzellikler. Her şeyi
vardı. Dünya da sahıp olunacak her şeye sahipti. Kalbine iyi gelen her şey, ya
bir el, ya bir eyalet kadar uzaktaydı. Koşmaya hep devam etti. Yerinde durmaya
hiç niyeti yoktu. Koştukça daha büyük daha güzel kaktüslerle karşılaşıyordu.
Etraf bir boğa’yı kızdıran renge bürünmüştü. İşte şimdi sarhoştu. İşte şimdi
daha da güzel ve sık kaktüslerle çevrili bir alana gelmiş aralarına karışarak
kaybolmayı umdu. Başını o an göğe
kaldırdı ve o muhteşem görüntüyü gördü. Ay. Ve kendisi kaktüs coğrafyasının tam
ortasındaydı... Kayboldu. Kendi krallığında mutlu ve sarhoşça yaşadı, yaşattı
ve bir çok kaktüsü oldu. Hep oldu, belki de hep olacak. Ve kendini hep bir kaktüs
sanacak.
Yorumlar
Yorum Gönder